22 Ağustos 2007 Çarşamba

16 – 21 TEMMUZ 2003-ALADAĞLAR



ALADAĞLAR
PARMAKKAYA GÜNEY YÜZÜ TIRMANIŞI, KALDI DAĞI (3736 m) TIRMANIŞI



FAALİYET ADI: ALADAĞLAR, PARMAKKAYA GÜNEY YÜZÜ DUVAR TIRMANIŞI, KALDI DAĞI (3736m) ZİRVE TIRMANIŞI.

FAALİYET AMACI: Zirve tırmanışı

FAALİYET TARİHİ:16-21 Temmuz 2003

FAALİYET TEKNİK SORUMLUSU:Akif Öztürk, Murat Sevindik

İZLENEN ROTA:Parmakkaya klasik güney yüzü ve Kaldı klasik rotası.

HAVA DURUMU: Rüzgarlı, soğuk, kapalı, akşam saatlerinde açık.

FAALİYETE KATILANLAR:
Murat SEVİNDİK
Akif ÖZTÜRK
Özge YILMAZ
Murat OKUR
Ebru ÖZDEMİR
Bener KIRKKAVAKLI
M. Burak ŞAHİN
Elif AYTEKİN
Mehmet Yasin VATANSEVER
İ.Ozan ÇILGIN
Ş. Müge KAYRAK
Aslı ..


VERİLEN EĞİTİMİN KONUSU: Traditional (geleneksel) tırmanış teknikleri, kaya tırmanış eğitimi ve sıkıştırma aletleri kullanma eğitimi.

DETAYLAR:

16 Temmuz 03: “Sabah 06:30 da Niğde’ye varıldı ve malzeme temininden sonra 07:00’da Çamardı dolmuşuyla Çukurbağ köyüne geçildi. Traktörle Sarı Memetler Yurduna ve ormanın sonuna kadar çıkıldı. 1-1,5 saatlik yürüyüşten sonra Akşampınarı’ndaki kamp alanına ulaşıldı. “

Benim (Akif) gözümden faaliyetin devamı:
Saat 11:00 gibi kamptan aşağıya, ormana, daha önce kararlaştırdığımız gibi bizimkileri karşılamak üzere indim. Ormana vardığımda bizimkiler çoktan gelmiştiler ve bizden birinin karşılaması için çaresiz bekleyip duruyordular. Sıkıntıdan kurtulacak olmanın verdiği heyecanla hepsini tek tek kucakladım ve kampa doğru yola çıktık. Gelenler Mehmet Yasin, Bener, Burak, Murat Okur, Özge, Ebru, Elif, Aslı, Ozan ve Müge. Artık sıkılmayacaktık çünkü anlatacak o kadar çok hikayemiz vardı ki eve dönünceye kadar yeter de artardı bile.
Bizimkiler geldikten sonra yiyecek problemimiz hallolur diyorduk ancak aksi gibi ilk yemeği bizim çadırda yedik, sonuç olarak neyimiz varsa tükendi. Tüm günü yemek yiyerek ve sohbet ederek geçirdik.

17 Temmuz 03: Daha önceden planlandığı gibi Murat ile Beyazıt’tan yeni gelen Murat Okur Parmakkaya’ya ikinci çıkışı yaparken, biz sabah erkenden yola çıkıp trekking vari kısa bir yürüyüşle meşhur Tranga rotasına ve rotanın hemen dibinde olduğu rivayet edilen yeşillik alana gittik. Güya kısa sürecekti ya, meğer Tranga dedikleri epey uzakta hatta başlı başına bir faaliyet olabilecek kadar zorlu bir yükseltideymiş, dolayısıyla rotaya varmamız 2-3 saat vaktimizi aldı. Yeşillik alana varıncaya kadar izlediğimiz rota zor pasajlar ve neredeyse teknik tırmanış içerdiği için ipsiz ve malzemesiz gelmekle yanlış yaptığımızı anladık. Veya kolay bir yol vardı da bizden bu yolu bilen kimse yoktu. Biz sadece duvarı karşımıza alıp yükseldik ve karşımıza çıkan her engeli bir yolunu bulup geçtik. Epeyce debelendikten sonra öğlen vakti olmasına rağmen hala güneş yüzü görmeyecek kadar kuytuda olan yeşillik alana varabildik. Tranga bu noktadan gerçekten de muhteşem gözüküyor. Büyük bir zirveymiş gibi karşımızda yükselen duvarı manzara belleyerek uzun uzadıya dinlendik. Bu arada Bener ve ben rotanın boltlarını, dolayısıyla rotanın nereden başlayıp nasıl devam ettiğini keşfedebilmek için duvarın dibine kadar sokulduk, hatta 50 metre kadar da tırmandık. Dürbünümüzün olmasına rağmen rotaya dair en ufak bir belirtiye rastlayamadık. Aksi gibi neredeyse daha önceden Murat’ın düştüğü pozisyona biz de düşüyorduk. Tırmandığımız son noktadan daha fazla ilerleyemeyeceğimizi anlayınca dönmeye karar verdik ancak dönmek ne mümkün! Bu Aladağlar bize hep böyle mi yapacak acaba? Ne zaman emniyetsiz, ipsiz bir yerlere tırmansak dönmek pek meşakatli bir iş oluyor. Yine öyle oldu ve uzun süre nereden inebileceğimizi kararlaştırdıktan sonra bazı bazı duvarı tırmalayarak da olsa aşağıya inebildik. Rota hakkında en ufak bir fikrimiz dahi oluşmadı. Sadece diyebilirim ki bu rota da en az Alman Rotası kadar haşin bir rota. Arkadaşlarımızın yanına dönüp inmeye karar verdik ve dedik ya Aladağlar’da çıkılan yerden inilmiyor. Biz de önlem olarak başka bir güzergahtan inişe geçtik ve bu batıl inancımızın boş olmadığını anladık. Daha kolay bir inişle çarşak bir parkura vardık ve sorunsuz kampa döndük.
Bu günkü asıl planımız Tranga gezisinden, öğlen vakti dönüp akşama kadar da kaya çalışmak ve eğitim yapmaktı. Ancak döndüğümüzde hem geç, hem yorgun hem de açtık. Bu arada Murat ikilisi de öğlen olmadan döneceklerdi ancak onlar da hesaplarını değiştirmek zorunda kalmışlar zira kamptan çıkıp da Parmakkaya’nın dibine geldiklerinde yanlarında tırmanma iplerinin olmadığını fark etmişler ve kamp-Parmakkaya arasındaki bir saatlik yolu tekrar yürümüşler. Hem gecikmiş hem de yorulmuşlar.
Neredeyse akşam saatlerinde varabildik kampımıza. Ancak fazlasıyla yorgun ve acıkmıştık. Dolayısıyla öğlenden akşama kadar olmasını planladığımız kaya eğitimine ne vaktimiz ne de takatimiz vardı. Hava kararmadan önceki yaklaşık iki saatlik sürede elimizden geldiğince özveriyle, eğitim yaptık. Malzeme döşeyerek tırmanışın teorik dersinden sonra sırayla herkes uygulamalı olarak 5-6 metre kadar yükseldikten sonra kendini düşüyormuş gibi döşediği takozlara bıraktı. Zemine kadar düşen veya yaralanan olmadığına göre demek ki ders başarılı olmuştu.

18 Temmuz 03: İDOSK zirve ekibi, M.Yasin, Bener, Burak, Murat Okur, Özge, Ebru, Elif, Ozan, Müge, Murat Sevindik ve ben Akif 18 Temmuz’da Aladağlar Kaldı Zirvesi’ne(3736m) faaliyet yapmak üzere sabah saat 4:00’de uyandık. Hazırlıklar ve kahvaltıdan sonra 05:20 gibi yola çıktık. Gündüzleri havanın oldukça sıcak olmasına aldanarak yola soğuğa karşı tedbirsiz çıktık. Hava o kadar soğuktu ki hemen hemen hiç mola vermeden yaklaşık iki saatte Avcı Veli geçidine çıktık. Başkaları benden daha iyiydiler yada daha kalın giysiliydiler bilmiyorum ama ben neredeyse koşarak ve herkesten çok önce çıkmama rağmen hiç mi hiç ısınamadığım gibi geçide çıktığımda kısa kollu ve şortlu olduğum için neredeyse kollarım donacaktı. Neyse ki kendimi geçidin arkasına, rüzgar almayan yere ve güneşe atarak donmaktan kurtuldum.
Sırayla herkes çıktıktan sonra kısa bir süre dinlendik. Geçidin güneyine doğru aşağıda gördüğümüz yaban keçilerini de seyrettikten sonra Kaldı’ya doğru sırttan ilerlemeye koyulduk. Kaldı’nın bize, hep çok uzak olduğunun anlatılmasından mıdır bilmem herkeste bir acele etme eğilimi vardı, Özge hariç. Özge sırta çıktığında ayakta duramayacak kadar yorgundu ve neredeyse rüzgara kapılıp uçacakmış gibi yürüyordu. Zirveden telefonların çekeceği hikayesine inanıp, sırf annesini arayabilmek için zor da olsa zirveye kadar gelebildi. Ben de bir türlü ısınamadığım için dönüp kampta yatmaya o kadar hevesliydim ki biri “ben dönüyom” dese hemen yol arkadaşı olmaya hazırdım. Ancak herkes bir şekilde zirve yapmaya o kadar hevesliydi ki, herkeste bir Everest’e çıkılıyormuş havası vardı. Öyle ki, ilk molamızı bacayı çıktıktan sonra verdik.
Topsahasında keyifli bir yürüyüşten ve hemen arkasından gelen keyifli kaya tırmanışından sonra Kaldı’nın meşhur sağı-solu uçurum olduğu rivayet edilen ve geçebilmek için illa kıçların sürünmesi gerektiği anlatılan “kılçık” sırtına vardık. Ancak kılçık zamana ve eriyen karlara yenik düşüp keskinliğinden epey kaybetmişti.
İlk başlarda kemikleri donduracak şiddette ve soğukta esen rüzgar ve en az rüzgar kadar hızla hemen üzerimizden geçen bulutlar, zirvede havanın çok kötü olacağına inandırdıysa da bizi, zirveye çıktığımızda hava o kadar güzeldi ki saatlerce zirve keyfi yapmamak bizim için tam bir saçmalık olurdu. Oldukça erken çıkmıştık, hele bu yaz vaktinde dönmek için hayli zamanımız vardı ve bizim de dönmek için hiç acelemiz yoktu. Saat 11:30 gibi sonuncu olarak çıktığım zirveden, 12:50 de, söz verdiğim üzere, Özge’ye, sırttan ve bacadan emniyetli inmesi için yardım ederek en önce indim. Zira, Özge inerken yardım edeceğim taahhüdü üzerine çıkmıştı zirveye. Söz verdiğim yeri sağ salim indirdiğim Özge’yi anında satıp, Bener, Murat ve Elif’in de son anda yetişmesiyle gurupla arayı oldukça açtık. Grubun tamamının inecek kadar tecrübeye sahip olmadığı diklikteki çarşaktan inen kestirme yolu, böylece çaktırmadan kullanma fırsatını yaratmış olduk.
Bitsin artık bu eziyet dercesine o kadar hızlı indik ki çarşaktan, zor olsa dahi altı saatte çıktığımız zirveden kampa toplam iki saatte döndük. Kampa varmamızla birlikte acı ve bizim açımızdan harbiden de traji-komik olay yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başladı. Biz yokken, çobanın köpeği ilk önce bizim çadırın çöplerinden başlayarak, kampta kimin ne yiyeceği varsa, içine bozulmasın diye koyduğumuz, taşlardan yaptığımız dolaplardan çalmış. Sırayla hepsini uzak bir yere götürüp, içine koyduğumuz tulum kılıflarını da parçalayarak, konserveler hariç yemiş, silmiş, süpürmüş…Kangal sucuklar mı dersin, çikolatalar, yumurtalar mı… Tekerlek kaşar mı dersin, salamlar, sosisler mi… Köpek olacak, geriye Bener’le Burak’ın tek bir yumurtasını ve konserveleri bırakmış… Sırayla zirveden her gelen, başta inanmak istemese de sonradan işin ciddiyetini anlayınca, hayalini kurduğu, zirve yorgunluğunun ancak sıkı bir yemekle geçeceğini düşündüğü malzemelerinin artık olmadığına inanmak zorunda kaldı. Yapacak çok fazla şey kalmadığı için tek çözüm yolu olarak kalan yiyeceklerle idare edip dönüşü bir gün önceye almaya karar verdik. Her zamanki gibi muhabbetle geçen geceden sonra güne noktayı koyduk.

19 Temmuz 03: Kaldı faaliyeti, gurubu resmen kırmış geçirmiş. Sabah uyandığımızda kimsenin ayağa kalkacak hali yoktu. Kimi ayakkabılarının vurmasından muzdaripti, kimi yorgunluktan, kimi de köpek nedeniyle açlıktan. Hasılı, herkes kılını kıpırdatamayacağını belirtip, bir şeyler yapılacaksa “akşama belki..” diyordu. Toplu olarak, 14:00’de kaya eğitimini programladık. Güneşin tadını çıkarmak ve hemen yanımızda akan akşam pınarında yıkanıp temizlenmek üzere neredeyse tüm günü dinlenceye ayırdık.
Yiyeceğimizin azlığından yakınırken, iş olsun diye söylediğim “Çobanın bir koyunu hasta, isteyelim, verirse kesip yiyelim.” lafı, tam olarak böyle olmasa da “Çobandan bir koyun alalım, kesip yiyelim”’e dönüştü. Herkes ilkin bu fikre sırf muhabbet gözüyle baktıysa da Burak, oldukça ciddiydi. Bu sırada çoban, yukarıya, yanımıza halimizi sormaya gelmişti. Neredeyse bir “Başınız sağolsun, benim köpek sizin yiyecekleri talan etmiş.” havasında geçen muhabbetten sonra, Burak, çoban amcaya, şaka yollu “Karşılığında sen de bize koyun verirsin, anlaşırız.” Şeklinde bir öneride bulundu. Gülüp geçtiğimiz bu muhabbetten ve çoban amca gittikten sonra Burak, gayet ciddi olduğunu herkese teker teker aslında güzel fikir olduğunu anlatarak gösterdi. Güzel ve etkili bir lobi çalışmasından sonra herkesi, çok ucuza alacağımıza, kesmenin ve temizlemenin sorun olmayacağına, bu işi kendisinin halledeceğine, karnımızın doyup, yüzümüzün güleceğine, ateş yakmanın hiç de zor olmayacağına, bir iki saate kadar dağ başında et yiyor olacağımıza inandırdı. Herkesin tam onayını aldıktan ve paraları topladıktan sonra, Murat’ı da alarak çoban amcayla pazarlık etmeye aşağıya, koyunların yanına indi. Bir süre sonra çoban amcayla 115 milyona, orta yaşlarda bir kuzuya anlaştıklarını söyleyerek döndüler. Kesim ve temizleme işlerini çoban amca yapacakmış. İşçilik de ondan yani. Bize sadece, organize olmak kalıyordu. Birileri aşağıya ormana gidip, yerlerde gördüğümüz kesilmiş ve kuru odunları toplayıp getirirken, birkaç kişi çoban amcaya temizlikte yardıma gitti, kalanlar da taşlardan ocak kurmaya koyuldu.
Benle beraber beş kişi aşağıya ormana odun getirmeye indik. Birileri görmesin diye elimizden geldiğince gizli davranarak, neredeyse bir gün boyunca yanacak kadar odunla kampa döndük. Yolda gelirken Burak’a küfür yağdıranın sadece ben olduğumu sanıyordum, meğer odun getirmeye giden herkes odunların yükünün altında ezildikçe basıyormuş küfürleri Burak’a ve muhteşem fikrine… Neyse, kampa döndüğümüzde herkes hummalı bir çalışmaya girişmişti. Kimileri eti yıkarken, kimileri sakatatları temizliyor, kimi eti üzerinde çevireceğimiz sistemi kuruyordu. Yolda, gıyabında sövdüğümüz Burak’ı bi de karşımıza alıp kalayladıktan sonra, oduncu ekibi olarak biz yatıp dinlenirken diğerleri hızlı bir çalışmayla her şeyi pişmeye hazır hale getirdi. Hayvanın gövdesi ateşte çevrilmek suretiyle, budu ızgarada, sakatatlar, ciğer vs. de çoban amcadan alınan tencerenin içinde pişirilecekti. Yakılan kocaman ateşin kenarında, yattığımız yerden, açlıktan ölmeden, bir an önce etlerin pişmesini beklemeye başladık.
Ancak akşam saatlerinde piştiği söylenip önümüze konan kuzudan tadabildik. Gerçi sakatat severler çok daha önceden yemeye başlamıştılar. Her ne kadar Murat’a ve diğer aşçı ekibine etlerin pişmediğini anlatmaya çalıştıysak da her defasında önümüze pişti diye konan etleri iğrenerek yemek zorunda kaldık. Neymiş efendim, kuzu eti çok pişince sertleşir, hiçbir olayı kalmazmış. Kuzu eti az pişmiş ve yumuşak yenirmiş.
Diğerlerini bilmiyorum ama ben ve benim gibi etlerin pişmediğine inananlar olarak biz, bu kuzu ziyafetinden lezzet namına hiç keyif almadan sadece karnımızı doyurabildik. Ancak, neticede dağda kuzu çevirme zevzekliğine nail olmuş olduk. Akşam Pınarı’nda, üçbin küsür metrede ateş başında, kuzu çevirmek ne kadar keyifli olabilirse, o kadar keyif aldık biz de…
Kuzuyu ancak akşam saatlerinde bitirebildik. Daha doğrusu birkaç parça but ve kaburga da sabaha kaldı. Daha yakacak çok odunumuz vardı ve biz de bu sayede ateş başında çay keyfi yapacak fırsat bulduk. Oldukça keyifli ve eğlenceli bir çay keyfi oldu. Bilhassa kendisini kampın çaycısı ilan eden Ozan’ın mandalinalı papatya çayı, bergamotlu Seylan çayı, kahvesi vs. hem ultra bir konfor hem de ekstra eğlence oldu. Gece 2’ye kadar, donmamak için birbirimize koyunlar gibi sokularak, sarmaş dolaş olarak, ateş başında, topladığımız ada çaylarını közde demleyerek muhabbet eyledik ve geceye doyamayan birkaç kişinin dışarıda uyumaya karar vermesiyle güne son noktayı koyduk.

20 Temmuz 03: Sabah kahvaltıdan sonra toparlanıp dönmeye karar verdik. Ebru’nun kahvaltıdaki muhteşem midesizliği sayesinde oldukça eğlenceli bir kahvaltı yaptık. Ben, herkesin akşamki et muhabbetinden sonra bir daha et görmek istemediğini düşüne dururken, sabah uyandığımda Ebru’yu, akşamdan kalma kocaman bir tam budu kemirirken görmek tam bir dumur olayıydı. Ne denebilir ki, dağcı dediğin zaten aşağı yukarı böyle bir mideye sahip olmalı ki aç kalmasın.
Herkesin katılımıyla yaptığımız uzun ve keyifli kahvaltıdan sonra toparlanıp, İstanbul’a, rutin hayata doğru yola çıktık…
Rapor: Akif ÖZTÜRK

Hiç yorum yok: